Merhabalar ve albümünüz için tebrikler ederek başlayayım. Tüm ekibin
ellerine sağlık. Gerçekten çok beğendim. Ayrıca şarkıları çok güzel bir Türkçe
ile seslendiren Ece Göksu’ya da ekstra teşekkür etmeliyim. Başlayalım albümünüz
hakkında konuşmaya... “Turkish Standarts Vol I” nasıl bir sürecin neticesinde
elimize ulaşmıştır, biraz bahsedebilir misiniz?
Uzun zamandır Türkçe popüler şarkıları caza
uyarlamayı düşünüyordum. Bu projenin olgunlaşıp, hayata geçme süreci Ocak
2011’de başladı. Daha önce bir sezon birlikte Trio olarak çaldığımız ekibin
kontrabasçısı Baran Say ve davulcusu olan Derin Bayhan’la bu fikrimi paylaştım
. Sonrasında Yahya Dai gruba eklendi. Şarkıcı arayışımız ise ortak bir
arkadaşımız vasıtası ile tanıştığımız Ece Göksu ile son buldu. Sonrasında,
şarkı seçme süreci başladı ve düzenlemeleri hazırladım. Provalar yapıldıktan
sonra da 2 Şubat 2011’de ilk konserimizi verdik. Aslında gördüğünüz gibi 2011
ile birlikte başlayan süreç çok hızlı gelişti. İlk konser sonrasında ‘albümünüz
var mı?’ soruları gelmeye başladı. Biz de hiç süreyi uzatmadan Mart ayında
tarihi Cezayir Binası’nda elinizdeki albümün kayıtlarını yaptık. Sonrasında mix
ve mastering yapıldı ve bu albüm ortaya çıktı.
Açıkçası basın bülteninizdeki açıklamanıza bayıldım. Hem son derece
samimi, hem özeleştirel hem de eğlenceli bir yorumunuz var. Oradan bazı
alıntılar taşıyarak hem konu ile ilgili ayrıntı öğrenmek, hem de bültendeki
bilgileri okurlarımıza da ulaştırmak istiyorum. Öncelikle caz müziğin güncel
popüleritesi hakkında, caz standartlarının oluşumu hakkında, standartların
vakti zamanında büyük üstatlar tarafından kitlelere ulaşmanın görece daha kolay
bir yolu olarak dönemin sevilen şarkılarından kurulduğu gözleminize yer
vermişsiniz. Peki bu mayanın burada da işleyebileceğini düşünüyor musunuz? Veya
bu “bir, sıfırdan daima büyüktür” tarzı, biraz şövalyeci bir hamle mi?
Aslında beklentimiz hiç de az değil. Zaten
aldığımız tepkiler de bize cesaret verici yönde. Bu maya Türkiye’de tutar mı
bilemiyorum ama zaten bu sadece Türkiye’ye yönelik bir düşünce de değil.
Dünyanın her yerinde zamanında başarılı olmuş ya da olabilecek bir formül.
Bizim şu ana kadar seyircilerden aldığımız tepkiler de bunu doğruluyor.
“En zor tarafı ise oldukça anti-elitist olan bu yaklaşımı, neredeyse
tamamı elitist olan caz müzisyenlerine kabul ettirebilmekti.” şeklinde bir
görüş de basın bülteninizde yer almakta. Peki sizce yaklaşımınız bu kitlenin
duvarlarını aşabilecek mi, zaman fonksiyonunu da göz önüne alarak nasıl bir
beklentiniz var?
Zaten bu albümle duvarları şu anda bile iki
yönlü olarak aşmış durumdayız. Biz ilk aşamada caz dinleyicisi olmayan kitleye
caz sevdirmeyi planlarken, sadece alternatif müzik ve caz dinleyen insanlara
da popüler şarkıları sevdirdiğimizi
farkettik. Bu aslında düşünmediğimiz, planlamadığımız bir durum. Daha ilk
albümümzde böyle bir hareket başlatmış olduk. Vol.2, Vol.3 albümlerimiz
yayınlandıkça, bu tarz albümler başkaları tarafından da yapılınca, duvarlar
tamamen bile yıkılabilir.
Şarkı seçimlerinde dış destek almışsınız. Bu konuda eminim çok sayıda
öneri gelmiştir ve bir şekilde eleme yapılmıştır diye tahmin ediyorum. Peki bu
seçim için nasıl bir elek kullandınız, nasıl seçtiniz “doğru” şarkıları?
Kıstaslarınız nelerdi?
Turkish Standards konsepti aslında çok da
alçak gönüllü bir yaklaşım olmadığından, seçtiğimiz şarkıların çok popüler,
hatta yazarlarını markalaştırmış şarkılar olması gerekiyordu. Şarkıların caz
armonisiyle yoğrulmaya müsait olması ve çok komplike ritimlerle yazılmamış
olması bir başka itina gösterdiğim konuydu. Bir diğer konu da bu günle olan
bağlantımızı sağlam kurmamızın gerekliliğiydi. Günümüz seyircisiyle bağlantı
kurmak istediğimizden, çok da nostaljik popülarite peşinden koşamazdık. Bence
caz dünyasının bu günkü eksiklerinden birisi de bu. Yani hala sadece 1930’ların
popüler caz standardlarını çalmak ya da Türkiye için konuşursak, nazaran daha
kült eserlerin veya türkülerin yorumlanması. Bunları yapmak yanlış diye
düşünmüyorum ama sadece bunların yapılmasının eksik olduğuna inanıyorum.
Albümde yer alan şarkıların caza dönüşüm aşamasında sizi zorlayanlar
oldu mu? Bunu sadece “Turkish Standarts Vol I” için sormuyorum, gelecek 2. ve
3. Türk Standartları albümleri için de soruyorum...
Düzenlemeleri yaparken hiç zorlanmadım
aslında. Benim yazma stilim, müzisyenlere doğaçlama için çok alan bırakan,
kolay akılda kalıcı melodiler içeren bir yapıda olduğu için işin mutfak
kısmının gruptaki müzisyenleri çok da zorlamadığını düşünüyorum. Şarkılar bu
şekilde organize edildiği zaman, hem müzisyenler çalarken eğleniyor, hem de
akılda kalıcı melodiler sayesinde dinleyicilerle hemen bağlantı kurulabiliyor.
Bu da o akşamki performansta eğlence faktörünü en üst seviyeye taşıyor.
Performansı hem müzisyenler hem de dinleyiciler tarafından eğlenceli kılmak ve
artistik olarak belirli bir seviyeyi korumak da işin en zor kısmı bence.
Albümünüz için düşündüğüm şeyi daha önce Alex Skolnick için de düşünmüştüm (ki o da 2001 yılında
“Goodbye to Romance: Standards for a New
Generation” adlı bir albümle klasikleşmiş bazı rock ve heavy metal
şarkılarını caza uyarlamıştı ve Kiss, Black Sabbath, Aerosmith, Scorpions ve
Ozzy Osbourne yorumları yer almıştı albümde); belki Turkish Real Book of Jazz
olmaz ama şu an caz sever olmayan birçok kişiye cazı sevdirecek. Bu düşünceme
katılır mısın?
Hem evet hem de hayır :) Bence bir günde
olmayabilir ama zamanla Turkish Real Book of Jazz’ın oluşması hem kuvvetle
muhtemel, hem de bizim en büyük hedefimiz. Albümümüzün özellikle havaalanı duty
free shop’larda daha çok satılması da bahsettiğimiz potansiyelin kuvvetle
muhtemel olduğunun açık bir ispatı diye düşünüyorum. Albümümüzün caz sever
olmayanlara cazı sevdirmesinin yanı sıra, rock gibi belli bir yaş grubu
tarafından dinlenen bir müzik tarzında yazılmış bazı şarkılarında diğer
dinleyici yaş grubu tarafından da sevilmesine destek verdiğine de şahit olduk.
Şarkıları dinlerken çok samimi, canlı canlı bir hava seziliyor. Hani
aslında biz grubun icra sırasında yanındaymışız gibi. Bu özellikle oluşturmak
istediğiniz bir şey miydi yoksa algıda seçicilik mi yapıyorum? Kayıtların bir
stüdyo yerine Tarihi Cezayir Binasında yapılmasının bunda bir rolü var mı?
Algıda seçicilik yapmıyorsunuz bence. Bu
aynı odada, aynı anda hücum kayıt dediğimiz tarzın kendine özel bir elektrik
oluşturmasının sonucu. Stüdyo bizim kaydettiğimiz ortamın yanında, çok daha
soğuk ve gergin bir alternatif olurdu. Biz de bunları düşünerek bu şekilde bir
yola başvurduk. Bu zaten benim çok sevdiğim bir çözüm. Daha önce yayınlanmış
olan albümümde de aynı olumlu etkiyi hissetmiştim.
Kayıt mekanı olarak Tarihi Cezayir Binası olarak seçilmesinin nedeni
neydi? Kayıt süresinde size zorluk çıkarttığı, “keşke şimdi stüdyoda olsaydık”
veya “stüdyoda başımıza bu gelmezdi” dedirten herhangi bir şey oldu mu?
Albüm kaydı için ambiansıyla bizi olumlu
etkileyecek, akustiği everişli, tercihan yüksek tavanlı bir yer seçmemizin
uygun olacağını düşünüyordum. Çünkü aslında ben bu tecrübeyi 2005 yılında New
York’ta kaydettiğim ve Türkiye’de yayınlanan ilk albümümde yaşamıştım. O kaydı
da yüksek tavanlı bir halı show room loft’unda yapmıştım. Böyle kayıt yapınca
bütün teknik kontrol de bende oluyor. Kendi aletlerimi kullanmayı da iyi
bildiğimden aklımdaki sound’u çıkarabiliyorum. Tabi stüdyo dışında çalışınca
bazen dışarıdan içeriye gelen gürültüler, merak sonucu açılan kapı sesleri..
gibi sürprizler olabiliyor. Fakat kazandıklarımızın yanında bunlar gözardı
edilebilir ayrıntılar.
Mâlum, Sound bir müzik teknolojileri dergisi ve sormamak olmaz, albüm
kaydında kullandığınız mikrofonlar, yazılımlar ve diğer teknik ekipman
konusunda bilgi verebilir misiniz? Sadece gitar ve alakalı ekipmanı hariç
tutun, ona ayrıca yoğunlaşacağız :)
Albüm kaydını RME Fireface UC ses kartıyla
yaptık. Kullandığımız yazılımsa Logic. Ben kendime yıllar içinde kolay
taşınabilir bir kayıt sistemi oluşturdum. Bu taşınabilir dijital stüdyonun
beyni Apple marka 2.4Ghz Core2Duo işlemcili, 6GB RAM’i olan bir dizüstü
bilgisayar. RME Fireface UC’nin ADAT girişlerini kullanarak, 8 kanal Presonus
Digimax FS’ ADAT çıkışları sayesinde aynı anda 16 kanal kayıt yapabilme şansına
erişebiliyorum. Büyük stüdyolardaki uzun sinyal zincirine alternatif olarak,
kayıt sırasında sadece iyi mikrofonlar kullanıp, sonrasında mix sırasında da
minimal bir yaklaşım uygulayınca, ses kalitesi çok üst seviyede olabiliyor.
Benim kendi ellerimle lehimleyerek montajını yaptığım sekiz kanallık mikrofon
pre-amp’lerim var. Bunlardan ilk dört kanal Millenia ekolünde. Beş ve altıncı
kanallar ise Rupert – Neve tasarımına benim yaklaşımımla elde ettiğim bir
sonuç. Yedi ve sekizinci kanallar ise Jensen twin-servo tazrzı pre-amp’ler.
Tabi bu yaklaşımı herkese öneremiyorum.
Ben oldukça kalın bir elektronik kitabı alıp, çalışıp, parçalarını lehimleyerek
kendim yapabildim. Ama oldukça stresli ve uzun geceler sonucunda olabildi.
Bugün aynı şeyi yapmak yerine, hazır pre-ampler satın almayı tercih edebilirim.
Davul kaydında duyduğumuz üç boyutluluk ve netlik, over-head mikrofonları
olarak kullandığım Oktava mk-012’lerden kaynaklanıyor. Bunları da internette
bulduğum Scott Dorsey modifikasyon kılavuzuna bakarak modifiye ettim. Bu
mikrofonlar Neumann pencil mikrofonlarından dijital kayıt için bana göre daha iyi
sonuç veriyor. Vokal için iki tane mikrofon denedik. Bir tanesi Apex’in lambalı
olan Apex 460 modeli, diğeri ise lambasız Apex 415 modeliydi. Erkek vokal için
lambalı olan iyi olsa da Ece Göksu’nun sesi için Apex 415 ve Neve clone mike
pre-amp daha iyi sonuç verdi. Davul overhead’leri içinse modifiyele Oktava
Mk-012’ler ve API clone mike pre-amp kullandık. Kontrabas yerine Baran Say
Yamaha Stick bass tercih etti. Bunu daha sonra mix sırasında Logic Channel EQ
ile kontrabas tadına yaklaştırmaya çalıştım. Saksofon için Sennheiser MD421
mikrofonu ve millenia clone mike pre-amp kullandım. Bu mikrofon bir yandan
diğer enstrümanlardan olan sızıntıyı minimalize ederken, diğer taraftan da
tenor saksofon için harika bir sonuç veriyor. Kayıt sırasında iki ayrı kulaklık
pre-amp ile herkese olabildiğince ayrı bir kulaklık mix yapmaya çalıştık. Miks
için sadece Logic’in kendi içindeki plugin’leri kullandım. Bunlar arasında
Logic Space designer, Logic Channel EQ ve Logic compressor en çok
kullanılanlardı. Mastering’i ise Waveburner’ile yaptım. Burada ise Logic
multipressor, 2-band EQ ve Logic adaptive limiter kullandım. Bütün mix ve
mastering boyunca ise Yamaha HS-50M monitörlerini kullandım. Mastering için
kendime bir hafta ayırdım. Bu süreçte iphone, Hi-Fi stereo ev sistemim, arabam,
SAE stüdyoları gibi mekanlarda yapılan mastering’in sağlamasını defalarca
yaptım. Çıkan sonucu umarım herkes beğenmiştir.
Gelelim gitar ve alakalı ekipmana... Kapakta ışıl ışıl bir Heritage
görüyorum ve gözlerim kamaşıyor. Albümde kullandığınız ekipmanlardan,
ayrıntısıyla bahsedebilir misiniz? Gitardan efekt pedallarına, manyetiklerden
volüm ve ton pot seviyelerine kadar...
Albüm kaydında kullandığım gitar Heritage
575’in bir custom modeli. Tek manyetikli olan bu gitarın manyetiği Heritage HRW.
Gitarın gövdesi masif akça ağaç, sapı maun, tuşu ise abanozdan yapılmış.
Gövdenin içndeyse akustik enstrümanlarda olan x-bracing tarzı ses odacıkları
var. Bu gitara yaklaşık on senedir sahibim. Akustik sesi de harika olduğundan
evdeki rutin gitar çalışmalarımı zaten bu gitarla yapıyorum. Kayıt sırasında
genellikle Volume 9 civarında ve ton düğmesi 5-6 civarında kaldı. Kaydı 3 kanal
olarak yaptık. Tek kanalı Radial passive PRO D.I. box ile direkt, 2 kanal
stereo POD HD ile yaptık. Böylece bilgisayara direkt olarak kaydedilmiş sinyali
sonrasında tekrar Evans Gitar amplilerime yollayıp, re-amping yapma şansım
oldu. POD HD üzerinde olan Volume pedalını düzenli olarak volume-swell efekti
olarak kullanıyorum. Bu benim imza eşlik tarzım oldu artık. Guild marka bir
gitarım daha var, onu çaldığım zamanlarda volume düğmesi elime daha yakın
olduğundan, Ritchie Blackmore tarzı volume swell yapmam mümkün olabiliyor. O
zaman da pedala ihtiyaç olmuyor. POD HD içinde Proco RAT distortion, Fender
Opto Tremolo, Echoplex Delay efektlerinin modellenmiş hallerini kullandım.
Bende ayrıca gerçek Proco RAT Distortion pedalı da var. Bunu genelde canlı
performanslar için kullanıyorum.
Azımsanmayacak seviyede yurtdışı tecrübeli bir gitarist olarak
Türkiye’nin güncel gitar ortamını nasıl yorumluyorsunuz? Bunu hem müzisyenlik,
hem gitar ve alakalı ekipmanlarla alakalı pazar
açısından öğrenmek istiyorum.
Herhangi bir müzik tarzında gitar çalan bir
enstrümantalistin rüya ülkesi olsa gerek Amerika. Çünkü, Fender, Gibson,
Martin, Guild, Heritage, PRS, Sadowsky, Benedetto gibi değişik tarzda akustik,
elektrik gitar ve gitar ampli markalarının çoğunun imal edildiği yer hala
orası. Bu da enstrüman maliyetlerininen düşük olduğu değişmez ülke sıfatını
daha uzun yıllar koruyacağa benziyor. Fakat şunu da söylemek gerekir ki,
Türkiye’ de bu konuda çok yol alınmış. Artık Mesa Boogie ampli, Fender Ampli ya
da gitar veya her türlü Gibson markasının Türkiye’de bulunabilmesi 90’lar
öncesi Türkiye’de çok zorken artık çok kolay. Yanlız enstrümanlara uygulanan
ağır yüzdelerdeki ÖTV oranları ve bir de bunun üzerine konan KDV, olayı başka
boyutlara taşıyor. Fiyatlar Amerika’ya oranla iki katına çıkıyor. Bunun
dışında, gitaristlere bakarsak, eğitimleri eksiksiz, kendilerine özgün tarzları
ve kendilerine olan güvenleri tam olan çok genç gitarist var. Bu da olumlu
gelişmelerden bir diğeri. Tabi Türkiye caz ve diğer müzikler söz konusu olunca
yüzünü daha çok Avrupa’ya dönmüş görünüyor bana göre. Amerika’da yapılan caz ya
da popüler müzikle ilgisi sanki fiziksel uzaklıkla doğru orantılı. Bu bir
problem değil benim için. Sadece bir gözlemleme. Fakat, kendi adıma konuşursam
da sadece caz müziği ile alakalı olarak, Amerikan swing’ini çalmayı her zaman
daha eğlenceli bulduğumu söylemeliyim.
Albümün yayımlanmasını takip eden çok kısa bir süre sonra başına
gelmesine kesin gözüyle bakabileceğimiz bir olgu, MP3 haline getirilip,
paylaşılması(?) olacak. MP3 ve paylaşımı(?) hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Özellikle düşük seviyeli mp3 formatlarının insan beğenilerine ve kulak zevkine
getirdiği/getireceği olumsuz etkileri ve korsan ürün olması sebebiyle başta
size yaşatacağı maddi-manevi olumsuzluklar hakkındaki fikirlerinizi merak
ediyorum.
Bunun için söyleyecek pek de bir şey yok.
Herkes kendinden sorumlu. Ben şahsen olabildiğince merak ettiğim her albümü
satın alıyorum ya da bazen müzisyen arkadaşlarım albümlerini hediye ediyor. Ben
de bazen kendi albümlerimi diğer müzisyenlere hediye ediyorum. Bunun dışındaki
korsan kopyalamalar, albüm bütçelerini çok aşağıya düşürdüğü gibi kaliteli iş
çıkarmayı da çok zora sokuyor. Dinleyicilere sadece, ‘Türk müziğindeki kaliteli
işlerin son bulmasını istemiyorsanız, korsandan uzak durun.’ demekten başka bir
tavsiyem olamıyor. Şu aşamadan sonra yeni bir müzisyenin ismini duyurması dahi
çok zor.
Benim sorularım şimdilik bu kadar. Ayırdığınız vakit için çok teşekkür
ediyor, okurlarımıza göndermek istediğiniz mesajınız için sözü size
bırakıyorum.
Çok teşekkür ederim. Caz müziği ile
ilgilenen müzisyen ya da müzisyen olmayan herkese, yeni yazmaya başladığım Caz
Blog’umu tavsiye etmek isterim. Adresi http://jazzblog.yavuzakyazici.com
. Burada ilk ağızdan duyduğum caz tarihi ile ilgili kısa hikayeler ve
müzisyenler için caz ve doğaçlama hakkında teknik bilgiler olacak.
Tarafımdan yazılmış olan bu içerik Sound Dergisindeki "Gitarizm" Köşesinde (Kasım 2011) yayımlanmıştır. İzin alınmaksızın ve/veya "TAM" kaynak gösterilmeksizin alıntılanması, kopyalanması durumunda derginin yayımcı şirketi gerekli her türlü yasal yaptırımlara başvurmaya yetkilidir.
Tarafımdan yazılmış olan bu içerik Sound Dergisindeki "Gitarizm" Köşesinde (Kasım 2011) yayımlanmıştır. İzin alınmaksızın ve/veya "TAM" kaynak gösterilmeksizin alıntılanması, kopyalanması durumunda derginin yayımcı şirketi gerekli her türlü yasal yaptırımlara başvurmaya yetkilidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder